Gabriel Garcia Marquez Başkan Babamızın Sonbaharı romanı hakkında Yasemin Şengör tarafından  yazılmış bir inceleme yazısıdır.

Marquez Başkan Babamızın Sonbaharı
Marquez Başkan Babamızın Sonbaharı

Emil Michel Cioran, ilk baskısını 1949 yılında yapan baş eseri Çürümenin Kitabı’ nda ateşli bir ruhu avcı hayvanlara benzeterek, insanları uyarıyor:  ‘Sesini yükselttiğinde uzaklaşın ondan. Onun hakikatlerinin ve taşkınlıklarının uzağında yaşamanızı affetmez, histerisini, varını, yoğunu onunla paylaşmanızı ister, bunu size dayatmak ve sizi tanınmaz hale getirmek ister.’

Bu tanım, insana hiç de yabancı gelmiyor. Çünkü tarih, kanlı doktrinler ve diktatörlerle dolu. Her ne kadar vicdanın kabul etmeyeceği düşünce içerikleri, olaylar ya da tutumların yönlendirdiği bu kanlı doktrinlere yönelik tartışmalar, çoğunlukla diktatörler merkezinde yapılsa da tarihe düşülen utanç notlarında, zorbanın ve zorbaların peşinden gidenlerin payını da unutmamak gerekir.

Bugün her biri turistik değer (!) taşıyan toplama kamplarında karışık duygular içinde bakakaldığınız gaz odaları, insan yakılan fırınlar ya da bir zamanlar dokunanı anında küle çeviren, elektrik yüklü tel örgülerin ardındaki isim, ‘kanlı bir diktatör’ olarak anılıyor. Ama aynı kanlı diktatörün gençlik çağlarında ‘Alman ırkının kurtuluşu Avusturya’ nın yok olmasına bağlıydı’ fikrinden yola çıkıp Kapitalizm ve Marksizm’ e savaş açarak şiddet, soykırım, ırkçı devlet temellerinde yükselttiği Nasyonel Sosyalist Hareket isimli doktrinle bir zamanlar milyonları peşinde sürüklediğini de unutmamak gerekir. Günümüzde birer utanç abidesi olarak adlandırılan ve vicdanın kabul edemediği her tür vahşete sahne olmuş toplama kamplarını yaratan Hitler’ i dünyanın zirvesine taşıyanın hipnoz olmuş, uyuşturulmuş, iradesini yitirmiş, kendisini yönetenlerin diliyle konuşan, özgürlüğünü mutlak iradeye teslim etmiş bir kitle psikolojisi olduğu gereği göz ardı edilmemelidir.

Bahsettiğimiz kitle psikolojisi içinde, kitleye ait olarak bağımsızlığını yitiren ve Gustave Le Bon’ un tanımıyla ‘rüzgarın istediği gibi kaldırdığı kum yığını arasında bir tek kum tanesine’ benzeyen bireyi eserlerinde tüm çıplaklığıyla ve bana kalırsa en iyi işleyenlerden birisi Gabriel Garcia Marquez’ dir.

Marquez’ i dünya edebiyatının zirvesine taşıyan; okurlarını diktatörlük, iktidar, insani değerler gibi kavramların aslında ne kadar evrensel çizgiler taşıdığı gerçeğiyle yüzyüze bırakmasıdır. Hangi romanını okursanız okuyun, mutlaka bir yerde ‘sanki beni, bizi anlatmış!’ dedirttirir size. Yakaladığı bu evrensel dil, onun her bir kahramanını, birer metafor olarak da ele alabilmemizi sağlar. Başkan Babamızın Sonbaharı adlı romanında yarattığı general portresi, insancıl tutumlardan ve insani değerlerden giderek uzaklaşan ve bunun bedelini içsel bir yalnızlıkla ödeyen, bunalımlı, nevrotik insanı temsil eder. Marquez, bu başkan baba karakterinde vicdani otoritesini kaybederek, bir zorbaya dönüşen bireyin sonunu örneklemek ister gibidir. Aynı romanda ona benzerliği nedeniyle, başkanın eş kişiliği olarak uzun yıllar yanından ayırmadığı ve başkanın yerine geçerek onun her tür işini gören Aragones isimli kahraman bizleri, düzenin günden güne özgürlüğünü aldığı ve mevcut sistemin robotlaştırdığı bireyin, bir noktadan sonra nasıl bir asiye dönüşebileceği gerçeğiyle yüzleştirmektedir.

Bunun yanında Gabriel Garcia Marquez’ in yöneten ve yönetilen çizgisinde ilerleyen romanları, okuru genel bir sonuca çıkartır: kendi siyasetini dine çeviren bir iktidar, otoriterleşmeyi bir koz olarak kullanmaya başladığında sonu yaklaşmış demektir. Çünkü otoriterleşmede yönetmek zordur ve eninde sonunda ipleri ellerinizden kaçırırsınız.

Başkan Babamızın Sonbaharı romanında uzun yıllar süren zorbalığının sonunda halkı tarafından ölü bulunan generalin hayatı ve diktatörlük yılları; zaman atlamalarıyla, zaman zaman Tanrı anlatıcı, kimi zamanda araya giren ve olayları bizzat yaşamış kahramanların diliyle anlatılır. Romanın eksenini yönetici kimliğini bir otoriterleşme aracı olarak kullanırken, kendi kapanına kısılan bir general oluşturmaktadır. Ülkesini kurşun geçirmez kapılar ardından yöneten bu mutlak güç, zamanla halkından ordusuna ve en yakın yaverlerine dek herkesi varlığına karşı bir tehdit olarak görmeye başlar. Bu tehdit onun hayatında nevrotik bir güven eksikliğini baskın hale getirir. Bu noktadan sonra otoriteyi elinde tutmanın yolunun, onurunu korumaktan geçtiğine inanarak; ülkesinin refahını ve huzurunu sağlama gibi amaçlardan iyice uzaklaşır.

Tamamen kendi ihtiyaçlarına odaklanan diktatör, yazılı hukuka sırt çevirerek ülkeyi güç iktidarı ile yönetirken silahlı kuvvetlerin darbe tehdidini, yani ordunun iktidarına yönelik bir başkaldırı ihtimalini orduyu içerden bölerek zayıflatır. Bunun yanında halkın kendisine yönelik olası tepkisine karşı aldığı önlem; halka fazla düşünecek zaman bırakmamaktır. Bunun için ülkede etkinlik sayısını arttırır ve çok çeşitli faaliyetler düzenleterek sivil halkın bir işle meşgul olmalarını sağlayıp, onların hayatında düşünmeye ayıracak boş zaman bırakmamaya çalışır.

Buradan anlaşılacağı gibi general, davranışlarında ve düşünce içeriklerinde narsistik kişilik bozukluğunu örneklemektedir. Bu narsistik kişilik yapısı içinde kendini adeta Tanrılaştıran bir karakter olarak karşımıza çıkar. Ancak kendi anasının bir oğul anası olabileceğine inanıp, sayısı binleri bulan çocuklarının içinde hiçbirine ad ve soyadını vermez. Kendi annesini ulusal anne ilan ederek yüceltir. Eleştiriye en ufak tahammülü yoktur ve eleştiriyi egemenliğine tehdit olarak algılar. Halkın ilgi ve sevgi gösterileri ile egosunu tatmin ederken, diğer yandan halkını küçümser. Roman bütününde generalin çok yakın olduğu isimler dışında halktan bireylerin isimleri ve kişilikleriyle yer almayışları, generalin halkı değersizleştiren ve birey kavramını yitirmiş anlayışı ile örtüşmektedir.

General, yenilgiyi asla kabul etmemektedir. Bu sebeple de Milli Piyango çekilişlerinde hep o kazanmaktadır ve domino oyununda kendisini yenmesine izin verilen yalnızca birkaç ölümlü vardır. Bunun yanında kendisine yönelik algıları, gerçekçi değildir. Öyle ki eş kişiliği öldüğünde ve halkı kendisinin öldüğünü zannettiğinde hayatın –kendisi olmadan- tüm sıradanlığı ile devam etmesine katlanamaz.

Kendi iradesini karşıdakilere ve tüm bir halka empoze etmeye çalışan diktatör, yağmurun ekinlere zarar veren bölgelerden kurak alanlara gönderilmesini emredecek kadar hastalıklı davranışlar sergilemektedir. Bir gece de yasama ve yürütmeyi ortadan kaldıran, bir anda tüm devlet yönetimini değiştirip, dilediği herkesi üst mercilere atayan, saatleri ve resmi tatil günlerini keyfine göre değiştiren, kendisi uyanır uyanmaz başkanlık muhafızları, kışla ve haklı kalk borusu ile uyandıran, uzun seneler hiç ölmeyeceğine inanan general, sömürücü eğilime sahiptir.

Başkan’ ın sömürücü kişilik yapısını insanlar üzerinde de kullandığını gösteren uç örnek ise onun eş kişiliği Patricio Aragones’ tir. Kızılderili köylerinde düzmece başkanlık aracı ile üçkağıtçılık yaparken dikkatleri çeken Aragones, başkana benzerliğinin bedelini ayda altı pasoya ona kişiliğini satarak öder. Başkana benzemesi için ayağına falaka vurdurulan, başkan gibi fıtık ameliyatı olması için şiddet yoluyla fıtık hastası edilen, başkan okuma yazma bilmediğinden okuma yazması zorla unutturulan, başkanın zorbalığı altında değişip dönüşen ve   nihayet son nefesini verirken hayatını ‘cehennem’ olarak yorumlayan bir kahramandır.

Aragones’in başkanın dublörü olarak geçirdiği hayat, ilk başta ona cazip gelir. Zamanla ait olduğu gerçek kimliğini yadırgayarak kendisine yabancılaşır. Bu tutsaklığın onun hayatında derin yaralar açtığını, ölmeye yattığı dakikalarda başkana karşı kustuğu nefret dolu, asi sözleri ele verir. Marquez, Aragones karakterinde bireyin kendine yabancılaşmasını ve kimlik kargaşasını işlerken bir yandan da bu kahramanı, okuruna görülenlerin ötesinde kalanları anlatmak için bir araç olarak kullanır. Romanın satır aralarında başkana karşı sevgi gösterisi yapan, yüzünü hiç tanımadıkları, sadece demir paralar, pullar, keşiş gömlekleri ve reklamlarda profilini gördükleri başkanın başkanlık aracından uzanan elini tutmak için can atan halkın bir korku psikolojisi ile davrandığını, insanların korkuları nedeniyle gerçek düşüncelerini sakladıklarını, halkın temelde generale karşı bir intikam duygusu içinde olduğunu Aragones’ ten öğreniriz.

Romanda dikte karşısında Marquez’ in çizdiği baskın halk tablosunun itaat üzerine kurulduğu da dikkatli bir okurun gözünden kaçmaz. Halkın generale ve onun nezdinde iktidara karşı geliştirdiği bu itaat, Eric Fromm’ un bağımlı ya da heteronom itaat kavramıyla örtüşmektedir.

Marquez’ in bağımlı halkı tam bir teslimiyet içindedir. Bireyler, kendi bağımsızlıklarından vazgeçmiş, iktidara tam anlamıyla teslim olmuşlardır. Başkanın kendilerine yaşattığı kapana kısılmış hayatları, hiç yadırgamadan sürdürürken, başkanı sadece tarihçiler, ders kitapları ya da şehir efsaneleri yoluyla tanımaktadır. Halk, başkanın ellerindeki tuzun felç ve hastalıkları iyileştirdiğine, insanların düşüncelerini okuyabildiğine, onu ancak gerçekten seven bir saldırganın kurşununun yaralayabileceğine, 150 yaşında üçüncü kere diş çıkarttığına inanmaktadır.

Aslında Başkan Babamızın Sonbaharı isimli romanda yaratılan halk portresinin uç özelliklerini bilmek çok da önemli değil. Şartsız ve koşulsuz bir biçimde başkanın egemenliğine bağlanan ve uzun zaman ses seda çıkmayan başkanlık sarayının kapılarını, akbabalar sarayın camlarını kırarak içeriye girdiğinde kente yayılan leş kokularından cesaret alarak ancak zorlayabilen, şok psikolojini içinde başkanın öldüğüne uzun süre inanamayan, üzerindeki yüzyıllık uyuşukluğu ancak başkanın ölümüyle atabilen korkak bir halk da okurlara çok şeyler anlatıyor.